Casusluk geleneğinden İsrail istihbaratına: Mossad
İsrail’in İran’a yönelik gerçekleştirdiği kapsamlı hava saldırısı, konvansiyonel askeri bir müdahalenin ötesinde, istihbarat gücünün bir savaş enstrümanına nasıl dönüştürüldüğünü gösteren çarpıcı bir örnektir. İran’ın nükleer tesislerinden Devrim Muhafızları karargâhlarına kadar çeşitli yüksek güvenlikli alanlara yönelik bu operasyon, teknik üstünlüğün yanı sıra uzun vadeli bilgi toplama ve analiz kapasitesiyle mümkün olmuştur. Bu bağlamda, İsrail’in istihbarat doktrini tarihsel süreç içinde şekillenmiş, sistematik bir devlet politikası hâline gelmiştir.
CASUSLUK VE YAHUDİ TOPLUMU ALGISI
Avrupa tarihine dönüp baktığımızda, Yahudiler, Orta Çağ’dan itibaren Avrupa’da yalnızca dini farklılıkları nedeniyle değil, bilgiye dayalı faaliyetleriyle de şüpheyle karşılanmış ve sistematik biçimde dışlanmıştır. Ticaret, mali danışmanlık ve bilgi aktarımı gibi alanlarda etkin olmaları, onları birçok toplumda “içeriden bilgi taşıyan”, “gizli ilişkiler yürüten” bir kesim olarak öne çıkarmıştır. Hıristiyan monarşilerin saraylarında sıkça danışman olarak görev almaları, zamanla onları “perde arkasında etkili olan” bir figür haline getirmiştir. Bu durum, Yahudileri “casusluk yapan, sadakatsiz” bir azınlık olarak konumlandırmış ve tarihsel bir güvensizlik üretmiştir.
YAHUDİLER; BİLGİYE, PARAYA VE AVRUPA'YA DAİR TECRÜBEYE SAHİPTİ
Çarlık Rusyası’nda ve Avrupa’nın pek çok bölgesinde bulunan Yahudiler, nüfusları %1’in bile altında olmasına rağmen orantısız bir etki alanına sahip görülmüş; gizli belgeleri sızdırmak, yönetimlerin zaaflarını kullanmak, iç karışıklıkları körüklemek ve dış güçlerle iş birliği yapmakla suçlanmışlardır. Bu durum, onları önce izole etti, ardından pogromlara (katliamlar) ve nihayetinde Nazi Almanya’sının soykırımına kadar götürdü. Ancak bu dışlanma, Yahudi toplumunda bilgiye ulaşma, analiz yeteneğine ve stratejiye dayalı bir zihinsel mirasa dönüşmüştür. Tarih boyunca “her yerde olan ama hiçbir yere ait olmayan” Yahudiler, artık “tek yere ait olmak” için bir yola çıktı. İşte bu miras, 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşuna giden yolu onlara açtı…
MOSSAD VE İSRAİL İSTİHBARAT MODELİNİN KURUMSALLAŞMASI
İsrail’in, 1948 sonrası güvenlik politikalarının temeli, “varoluşsal tehdit” algısı üzerinden belirlenmiştir. İsrail’in etrafındaki Arap devletleriyle girdiği çatışmalar, askeri ve istihbari bir kapasite inşasını da beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda 1951’de kurulan Mossad (İsrail Dış İstihbarat Servisi) kısa sürede dünyanın en etkili casusluk örgütlerinden biri olmuştur.
Günümüzde İsrail’in istihbarat faaliyetleri, klasik ajan yöntemlerinin çok ötesine geçmiş; siber saldırılar, yapay zekâ destekli veri analizleri, uydu görüntüleme teknolojileri ve dijital izleme araçlarıyla Mossad, küresel ölçekte faaliyet gösteren bir teknoloji odaklı istihbarat organizasyonuna dönüşmüştür. Ayrıca; diplomasi ve psikolojik harp alanlarında da son derece profesyonel bir şekilde çalışmaktadır. Biyolojik, sosyolojik ve teknolojik veri kaynakları üzerinde kurduğu denetim sayesinde, İsrail istihbaratı günümüzde bilgi çağının en etkili güç unsurlarından biri hâline gelmiştir.
İsrail bugün yalnızca Orta Doğu’daki gelişmeleri değil, Afrika’daki diplomatik dönüşümleri, Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki dengeyi, Çin’in bölgedeki adımlarını da dikkatle takip eden bir istihbarat aklına sahip. Bu akıl aynı zamanda küresel sistemle iç içe geçmiş bir casusluk ağını temsil ediyor…
İRAN'A SALDIRI: STRATEJİK HAFIZANIN GÜNCEL YANSIMASI
İsrail’in İran’a gerçekleştirdiği son saldırı, yukarıda değinilen gelişmiş istihbarat ağının sahadaki etkinliğini gösteren çarpıcı bir örnektir. Mossad’ın İran’daki güvenlik merkezlerini nokta atışıyla hedef alabilmesi, örgütün sızma, analiz ve yönlendirme kapasitesinin ulaştığı düzeyi açıkça ortaya koymaktadır. Özellikle İran’ın nükleer programına ilişkin bilgi sızdırma ve sabotaj faaliyetleri, 2010’daki Stuxnet siber saldırısından bu yana giderek artan bir yoğunlukta sürmektedir. Bu süreçte Devrim Muhafızları içerisindeki bazı hiziplerin dış bağlantılarla olan ilişkilerinin tespit edilmesi, İsrail’in İran’ın “devlet içi devlet” yapısını çözümlediğini göstermektedir.
TÜRKİYE'YE YANSIMALAR VE STRATEJİK DÜŞÜNME ZORUNLULUĞU
İsrail’in istihbarat kapasitesi, yalnızca İran’a yönelik bir tehdit unsuru değil; tüm bölge ülkelerine verilen stratejik bir mesaj niteliği taşımaktadır. Türkiye de bu denklemde doğrudan etkilenebilecek ülkeler arasındadır. Hem dijital altyapısı hem de jeopolitik konumu nedeniyle, Türkiye istihbarat saldırılarına açık bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye’nin mevcut güvenlik açıklarını kapatması, siber güvenlikten insan istihbaratına kadar her alanda daha proaktif, önleyici ve stratejik istihbarat politikaları geliştirmesi zaruridir.
ORTADOĞU BİR KEZ DAHA DİKEN ÜSTÜNDE
İsrail- İran çatışması zaten gerilim hattında duran bölgeyi tam anlamıyla ateşin ortasına sürüklüyor. Peki bu çatışma, savaşın doğrudan tarafı olmayan Türkiye’yi nasıl etkileyecek?
Bu çatışmanın gölgesi, doğrudan Türkiye’ye düşmektedir: Göç, enerji krizi, güvenlik riski ve dış politika baskısı gibi pek çok başlık, bu istihbarat temelli savaşın doğal sonuçları arasında yer almaktadır. Her şeyden önce İran’da yaşanacak istikrarsızlık, doğrudan Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiriyor. İran sınırında ortaya çıkabilecek otorite boşlukları, terör unsurlarının hareket alanını genişletebilir. Afganistan ve İran üzerinden Türkiye’ye yönelen yeni bir göç dalgası, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik yapısını çökertir…
Öte yandan enerji meselesi en kırılgan başlıklardan biri. İran üzerinden geçen doğalgaz boru hatlarının riske girmesi ve Hürmüz Boğazı’ndaki olası bir çatışma, petrol fiyatlarını hızla yukarı çeker. Bu da Türkiye gibi enerji ithalatçısı ülkelerde enflasyonun daha da alevlenmesine neden olabilir. Ekonomik olarak zaten kırılgan bir zeminde yürüyen Türkiye için bu, ciddi bir baskı anlamına gelir.
ABD–İsrail ekseni ile İran–Rusya ittifakı arasında denge kurmak giderek zorlaşmaktadır. Bu denklemde Türkiye’nin çok yönlü ve esnek bir güvenlik stratejisi inşa etmesi elzemdir. Bu bağlamda, Türkiye gibi bölgesel aktörlerin askeri donanmanın yanı sıra entelektüel ve teknolojik kapasite anlamında da güçlenmesi kritik öneme sahiptir. Zira bu yeni yüzyılda güvenlik, artık bilgiyi kimin elindeyse onun kazandığı bir oyundur.
Son olarak, Suriye ve Irak’taki mevcut askeri varlığımız da bu gelişmelerden bağımsız düşünülemez. İran’ın etkisinin azalması, bölgede yeni güç boşlukları yaratabilir. Bu boşlukların kimler tarafından doldurulacağı ve Türkiye’nin bu denklemde nasıl bir pozisyon alacağı, önümüzdeki sürecin en kritik sorularından biri olacaktır.