Küreselleşme, siyasi gerilim ve ekonomik kırılganlıklar

Küreselleşmenin hızla ilerlediği günümüzde, uluslararası ilişkilerde ve ekonomik arenada meydana gelen ani değişimler hem fırsatları hem de ciddi riskleri beraberinde getirmektedir. ABD'nin son dönemlerde yaşadığı siyasi dönüşümler ve ABD Başkanı Trump ile Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky arasındaki gerilim, bu risklerin ne yönde sonuçlanacağına dair belirsizliği artırmaktadır.

Bu siyasi çatışma, ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ekseninde oluşan belirsizliklerle uluslararası güven ortamındaki sarsıntıların birleşmesi sonucunda, küresel ekonomideki mevcut kırılganlıkları daha da tetiklemektedir. Geleneksel ekonomi politikalarının yetersiz kaldığı, gelişmekte olan ülkelerin dış şoklara karşı daha savunmasız hale geldiği bu dönemde, her ülkenin kendi dinamiklerini göz önüne alarak bilimsel temelli ve yerelleşmiş çözümler üretmesi büyük önem taşımaktadır.

Küreselleşme sürecinin ve ardından gelen küresel krizin dünya ekonomisi üzerindeki etkilerini hâlâ yakından deneyimliyoruz. Bu deneyim, geleneksel ekonomik bakışın ve hâkim ekonomi politikalarının, özellikle gelişmekte olan ülkelerin içinde bulunduğu koşulları açıklamakta yetersiz kaldığını gözler önüne seriyor. Krizler, genellikle mevcut sistemlerin zayıf noktalarını daha net ortaya çıkarır. Yakın zamanda tanık olduğumuz krizlerin de tam olarak yaptığı budur: Sistemsel sorunları, zayıf makroekonomik yapıları ve gelişmiş-gelişmekte olan ülke ayrımının giderek derinleştiğini gün yüzüne çıkarmıştır.

Elbette, “küreselleşme” dendiğinde ilk akla gelen; ticaret, sermaye ve bilgi akışındaki hızlanmadır. Bu olguyla birlikte hızlanan entegrasyon, hem fırsatlar hem de kırılganlıklar yarattı. Gelişmiş ülkeler, bu dönemde kendi teknolojik üstünlüklerini ve finansal kapasitelerini avantaja dönüştürmekte genellikle başarılı olurken, gelişmekte olan ülkeler ise sık sık dışarıdan gelen şoklara çok daha fazla maruz kaldı. Sonuçta, “tek bir reçete” ile dünyanın tüm ülkelerinin dertlerine deva olunabileceği düşüncesi gerçekçilikten uzak kaldı.

Tam da bu noktada, her ülkenin kendi ekonomik gerçeklerine, toplumsal önceliklerine ve kurumsal yapılarına uygun politikalar geliştirmesi gerekliliği apaçık ortada duruyor. Bu politikalarda temel ilke “bilimin ışığında hareket etmek” olmalı. Kısa vadeli siyasi çıkarlar uğruna, “popülist” yaklaşımlarla günü kurtarma çabasının ne toplumsal refaha ne de ekonomik istikrara katkı sağlamadığı defalarca tecrübe edinildi. Buna rağmen, politik baskılar veya seçim kaygıları çoğu zaman doğru politikaların uygulanmasının önünde bir engel oluşturabiliyor.

Gelişmekte olan ülkelerin, küresel düzen içinde farklılaşan ihtiyaçlarını belirleyebilecek kurumsal ve entelektüel kapasiteyi güçlendirmesi de acil bir gereklilik. Siyasetçilerin, akademisyenlerin ve sivil toplumun ortak çabasıyla, bağımsız ve güvenilir ekonomik araştırma merkezleri kurulmalı ya da mevcut kurumlar desteklenmelidir. Çünkü yeni nesil politika önerileri, ancak güçlü verilerle, saha analizleriyle ve disiplinlerarası yaklaşımlarla geliştirilebilir. Ekonominin sosyal, siyasal ve kültürel boyutlarını göz ardı etmek, çözüm getirmesi beklenen politikaların da başarısını riske atan bir yaklaşımdır.

Ekonomik istikrar ve kalkınma, günü kurtaran pansuman tedbirlerle sağlanamaz. Kalıcı ve sürdürülebilir bir yol haritası hazırlanabilmesi için, her ülkenin öncelikle kendi iç dinamiklerini iyi okuması gerekiyor. Bu; üretim yapısının analizi, eğitim seviyesinin ve iş gücünün niteliğinin tespiti, demografik değişkenlerin gözetilmesi, doğal kaynakların verimli kullanımı gibi çok temel ama çoğunlukla ihmal edilen noktaları kapsamaktadır.

Burada demografik değişkenler ifadesi, ülkenin nüfus yapısını oluşturan temel unsurları içine alır. Yani, nüfusun yaş dağılımı, cinsiyet, doğum-ölüm oranları ve göç hareketleri gibi verilerin incelenmesi, ekonomik planlama ve kalkınma stratejilerinin gerçek nüfus dinamiklerine uygun şekilde oluşturulması gerektiğini ifade eder. Bu unsurlar, iş gücü, sosyal güvenlik, eğitim gibi alanlarda atılacak adımların planlanmasında kritik rol oynar.

Küreselleşme, ekonomik mekanizmaların iç içe geçtiği, çok katmanlı bir dünya düzenine evrilmemizi sağladı. Ülkeler birbirinden hızla etkileniyor, dış ticaret ve finansal hareketlerdeki hızlı dalgalanmalar çok farklı coğrafyalarda hissedilebiliyor. Böylesine girift bir düzende tek tip reçeteye bağlı kalmak yerine, yerelleştirilmiş ekonomik çözümlere ve yönetim modellerine odaklanmak kaçınılmaz hale geldi.

Nitekim küreselleşme ve küresel kriz döneminde ortaya çıkan sorunlar, geleneksel ekonomi öğretilerinin sınırlarını net biçimde ortaya koydu. Önemli olan, bu krizin bize sunduğu dersleri doğru okuyabilmek ve her ülkenin kendi koşullarına uygun politika setlerini bilimsel bir yaklaşımla geliştirmektir. Popülist çıkışlar, kısa vadede baş döndürücü bir cazibe yaratıyor gibi görünse de uzun vadede sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle çelişmekten öteye gitmiyor.

Ekonominin canlı bir organizma gibi sürekli değiştiği gerçeğini göz önünde bulundurarak, bilimi rehber edinmiş, esnek ve kapsayıcı ekonomi politikaları inşa etmeliyiz. Özellikle gelişmekte olan ülkeler bakımından, bu yaklaşım hem toplumsal refahı artıracak hem de küresel dalgalanmalara karşı daha dayanıklı bir yapı oluşmasına katkı sağlayacaktır…