Orta Doğu’da nükleer tezatlar ve İsrail tehdidi  

Ortadoğu’da kalıcı barıştan söz etmek, güç dengesi yok sayıldığında bir yanılsamaya dönüşür. Bu yanılsamanın en belirgin örneği ise İsrail’in bölgede kurduğu tek taraflı güvenlik hegemonyasıdır. İsrail, bölgedeki fiili nükleer güç olarak, nükleer silahlara sahip olduğunu ne açıkça kabul eder ne de reddeder.

Bu “belirsizlik siyaseti” altında yüzlerce savaş başlığına sahip olduğu herkesçe bilinen bir sırdır ve bu cephanelik, uluslararası denetimlerden muaf; çünkü İsrail, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na (NPT) taraf değildir.

İsrail’in, nükleer tekelini “savunma hakkı” adı altında kullanarak istediği ülkeye müdahale etme hakkını kendinde görmesi ve “kimse yapamaz ama ben yaparım” anlayışı, bölge için büyük bir güvenlik boşluğu ve egemenlik tehdidi anlamı taşımaktadır.

İran gibi ülkeler nükleer program geliştirmeye çalıştığında bu, uluslararası ambargolar ve yaptırımların gerekçesi haline gelirken; İsrail’in nükleer altyapısı gündem konusu dahi edilmez. Üstelik bu dengesizlik ve çifte standart bölgeyi her geçen gün daha fazla nükleer karşılık arayışına itmektedir.

Nükleer silah kimin elinde daha tehlikelidir: İsrail’in mi, İran’ın mı?

İsrail’in nükleer kapasitesinin, uluslararası denetime tamamen kapalı olmasıyla birlikte; Filistin, Gazze, Lübnan ve Suriye’de kurduğu tahakküm, sivilleri, çocukları, hastaneleri, okulları, mülteci kamplarını hedef alan orantısız güç kullanımı, yayılmacı politikaları ve soykırım uygulamalarıyla birleştiğinde, hiçbir uluslararası hukuk ve anlaşmayı tanımayan kontrolsüz bir güç, bölgesel ve yapısal bir tehdit karşımıza çıkmaktadır.

İran’ın potansiyel nükleer programı ise bir güvenlik refleksi olarak daha çok algısal ve öngörüye dayalı bir tehdit şeklinde öne çıkmaktadır, fakat henüz fiili bir cephanelik düzeyine ulaşmış değildir. İran, NPT’ye taraftır ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetim sistemine dâhildir.

Her ülke kendi egemenliğini koruma ve savunma hakkına sahiptir. Bu, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biridir. 11 Eylül saldırıları ve El Kaide’nin bu saldırıyı üstlenmesi sonrasında ABD’nin, Afganistan’dan başlayarak Irak’ı işgali; devamında yaşanan Arap Baharı ve Orta Doğu’da değişen siyasi, küresel ve bölgesel dengelerle birlikte enerji hatları, jeopolitik çıkarlar üzerinden bölge yeniden şekillendirilerek istikrasızlığa sürüklenmiştir.

İsrail, Esad’ın devrilmesini fırsat bilerek, Suriye’nin bütün askeri envanterini ve hava savunma kapasitesini tamamen yok etti ve sıra şimdi İran’a geldi. Yani bölgedeki tüm direniş odakları birer birer saf dışı bırakılmalı ve son aşamada İran ve Türkiye gibi etkin güçler hedef alınmalıdır. Bu Orta Doğu’da istikrarsızlığı derinleştiren ve çatışmayı kalıcı hâle getiren ve başından bu yana planlanan bölgesel tahakküm stratejisini açıkça ortaya koymaktadır.

Nitekim İsrail medyası Kanal 13’e konuşan İsrailli gazeteci Eyal Berkovic’ın, “Hamas’la çeyrek final, İran’la yarı final oynadık ve yendik, final Türkiye ile olacak” şeklindeki skandal ifadeleri bu zihniyetin bir yansımasıdır. Berkovic, burada İsrail’in son yıllarda doğrudan hedef aldığı aktörleri, bir futbol turnuvası gibi “eleme sistemi”ne benzetiyor. Bu söylemle Türkiye, İsrail’in “sıradaki düşmanı” olarak tanımlanıyor.

İran örneği, Türkiye için neyin yapılması kadar neyin yapılmaması gerektiğine dair de güçlü bir veri sunmaktadır. Türkiye, ekonomik istikrar, siyasi birlik, diplomatik manevra kabiliyeti ve toplumsal direnç unsurlarına da odaklanmalıdır. Yerli savunma sanayiinin geliştirilmesi, eğitim ve nitelikli insan kaynağı, askeri ve siber istihbarat kapasitesinin artırılması, bölgesel ittifakların güçlendirilmesi ve kamuoyunun stratejik tehditler konusunda bilinçlendirilmesi bu sürecin temel taşları olmalıdır.

Türkiye, bu bağlamda çok boyutlu ve dengeli bir stratejiyle hem içeride sağlam durabilir hem de bölgede etkin ve caydırıcı bir aktör olarak konumunu daha da güçlendirebilir.

Ortadoğu’da barışı ve istikrarı tehdit eden en temel unsur İsrail’dir. Tek taraflı silahlanmanın, çift taraflı caydırıcılığa dönüşmediği her senaryo, kriz üretir. Ortadoğu’da barış, nükleer silahların değil; adaletli ve eşit güvenlik anlayışının egemen olduğu bir düzende mümkündür.

İran gibi ülkelerin bu durumu “varoluşsal tehdit” olarak görmesi tesadüf değil, zorunlu bir güvenlik refleksidir. Eğer Orta Doğu’da kalıcı bir barış ve denge tesis edilecekse, bu nükleer eşitsizliklerin tartışmaya açılması ve her ülkenin eşit egemenlik hakları çerçevesinde değerlendirileceği bir güvenlik mimarisinin kurulması şarttır. Aksi hâlde İsrail’in denetimsiz gücü Türkiye dahil tüm bölgeyi istikrarsızlık uçurumuna sürüklemeye, bölge için tehdit unsuru olmaya devam edecektir.