Oysa bir mahşer yaşanıyordu...

Duayen gazeteci Uğur Dündar, Sözcü'deki bugünkü köşesinde, Kahramanmaraş merkezli depremlerde birçok yakınını kaybeden ve yaşadığı büyük acıya rağmen görevini sürdüren tv100 muhabiri Gülnur Saydam'a yer verdi. İşte tv100 muhabiri Gülnur Saydam'ın o hikayesi...

Oysa bir mahşer yaşanıyordu...

Duayen gazeteci Uğur Dündar, depremde birçok yakınını kaybeden ve yaşadığı büyük acıya rağmen görevini sürdüren tv100 muhabiri Gülnur Saydam'ı Sözcü'deki köşesine taşıdı.

İŞTE O YAZI...

Yakınlarının enkaz altında bulunduğu mahşer yerinden günlerce canlı yayın yapmak!..

6 şubat 2023, saat 04:30...

Telefonum çaldı. Baktım, Haber Müdürüm arıyordu. Hayatımın en acı çağrısına cevap vereceğimi bilmeden açtım telefonu. Kahramanmaraş'ta deprem olduğunu, hızlıca yola koyulmamız gerektiğini söylüyordu. Aceleyle toparlanıp yola koyulduk. Henüz İstanbul'dan çıkmamıştık ki yine bir telefon geldi.

Bu kez ablam arıyor ve 'Hatay yerle bir oldu...' diyordu. Anneme ulaşamadığını anlatıyordu...

Hemen annemi aradım. Şebeke kesik kesik çalışıyor, cılız, güçlükle işitilen bir ses tonuyla konuşuyordu. Sadece 'Deprem oldu, ben evde mahsur kaldım' dediğini duyabildim.

Basınçla kapılar şişmiş, elektrikler kesilmiş, binadaki komşular kaçışmış, duvardan parçalar üzerine düşüyormuş. O an ne diyeceğimi bilemedim. Canımdan çok sevdiğim annem, her şeyim çaresizdi, enkazın içinde tek başınaydı. Hat kesilince anneme ulaşamadım bir daha...

Ama kararımı vermiştim: Dünya yansa, anneme koşacaktım!..

Hâlâ o anın çaresizliği sıkıştırıyor kalbimi.

Ne yapabilirim diye düşünürken, İskenderun ve Antakya'daki tüm akrabalarımı tek tek arayıp annemin durumundan haberdar etmeye çalıştım. Ama çırpınışlarım nafileydi. Şebeke sorunu devam ediyordu ve kimi çevirdiysem bağlantı sağlanamıyordu. Nihayet kuzenime ulaşabildim. Kardeşinin oturduğu bina yıkılmış taş üstünde taş kalmamış, ağlayarak her yerin enkaza dönüştüğünü söylüyor 'Yardım yok, kimsecikler yok' diyerek çığlıklar atıyordu. Arkadan feryat figan sesler geliyordu...

Bir an için düşündüm. Neler oluyordu? Kahramanmaraş'ta değil miydi deprem? Yani benim en yakın arkadaşım, kardeşim, güzel kalplim Aynur'un oturduğu bina da enkaz olmuş öyle mi?

'Hayır, olamaz' diye haykırdığımı hatırlıyorum. O ana dair hatırladığım ve hayatım boyunca unutamayacağım diğer şey ise; kalbime çok şiddetli bir ağrının, bıçak gibi saplandığıydı... Arabanın içinde bağırıp duruyordum. Rotayı zaten çoktan Hatay'a çevirmiştik.

Yol boyunca aradığım çoğu telefon düşmezken, hiç ummadığım bir anda halama ulaştım. Onlar da Antakya'da çöken binanın içindeydiler. 'Her an üstümüze yıkılacak' diyerek çığlıklar atıyor, yardım istiyorlardı. Giderek aklımı yitireceğimi düşünmeye başlamıştım. Halamı tekrar aradım ama bağlantı kopukluğu sürüyordu. Depremin merkezi Kahramanmaraş'tı ama Hatay'da da çok büyük bir felaket yaşanmıştı. Bu son konuşmamızdı. Halama bir daha ulaşamadım...

Daha çok yolumuz vardı, bağırsam çağırsam ne fayda ederdi... Üstelik kalbim giderek daha fazla sıkışıyordu.

TV'lerde, web sitelerinde, radyoda, henüz Hatay ile ilgili tek bir haber yoktu. Bir ara yaşadıklarımın gerçek olamayacağını, bir kabus gördüğümü düşündüm. Yolda hiç durmadan tam gaz gidiyorduk.

Şans eseri 7. saatte annemin evden salimen çıkarıldığı ve kurtarıldığı bilgisine ulaştım. Bir nebze olsun rahatlamıştım ama ya diğer akrabalarım? Sevdiklerim? Depreme sıcak yataklarında yakalanan hiç tanımadığım diğer masumlar? Analar, babalar, çocuklar...

Öylesine hızlıydık ki, akşam saatlerine yakın İskenderun'a ulaşmayı başardık. Karşılaştığımız görüntü tek kelimeyle korkunçtu. Limandan gökyüzünü delen bir alev topu yükseliyordu. Yanan limandan çıkan kara dumanlar İskenderun'u sarmıştı.

İlçenin girişindeki Mete Aslan Bulvarına geldiğimizde arabadan, kendimi atarcasına hızla indim. Aman Allah'ım, burası benim güzel İskenderun'um olamazdı. Çünkü küçük cennetimiz enkaz yığını halindeydi..

Kalbim artık patlayacak gibi atıyordu, elim ayağım boşalmıştı. Gördüğüm manzara kıyametti, cehennemdi...

Sanki yer yarılmış, İskenderun içine girmişti. Her yer enkazdı, her yer karanlıktı, insanlar kendilerinden geçmiş gözyaşları ve feryatlarla koşuşturuyorlardı. Yıkılan binalar yolları kapatmıştı. Zifiri karanlıkta enkazlardan yükselen alevler, İskenderun'u mahşer yerine çevirmişti...

Sağa dönen yol ailemin yaşadığı eve çıkıyordu, karşı istikametim ise kuzenlerimin enkazına... Diğer çapraz yön ise en yakın arkadaşımın yaşadığı yere gidiyordu...

Öylesine çaresizdim ki ne yapacağımı, hangi yöne gideceğimi bilmiyordum. Sağa sola koşturuyor sonra tekrar aynı yöne dönüyordum.

Sonra bir anda donup kaldım... Yitirdiğim aklımı toparlamaya çalıştım. Birazcık soluklanınca bana en yakın konumda olan kuzenimin bulunduğu enkaza koştum. Kameraman arkadaşım da yanımdaydı. Hangisiydi Şahin apartmanı? Bulamadım. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ama sesimi kimseye duyuramıyordum. Tüm binalar birbirinin üstüne yığılmış, enkazlar karışmıştı. Şans eseri kuzenimin içinde olduğu enkazı buldum. Şu an çocuklarıyla birlikte oradaydı. Acaba ne durumdaydılar, çocuklarıyla birlikte nasıl dayanıyorlardı? Bunları bilememenin aczini yaşıyordum. Dikkatlice bakınca binanın tuzla buz olduğunu fark ettim. Ve o anda zihnimde şimşekler çaktı: Acaba yaşıyorlar mıydı hâlâ?

Kapalı, dar alanları sevmeyen benim kuzum Aynur acaba ne haldeydi şimdi? Dualar ediyor, 'Allah'ım, lütfen yaşat onları, bütün çaresizleri yaşat' diye yalvarıyordum. İliklerime kadar acılara gark oluyor, durmaksızın ağlıyordum.

Depremin üzerinden 16 saat geçmişti ancak; ne bir arama kurtarma ekibi, ne itfaiye ne asker, ne de ambulans gelebilmişti. Sadece halktan gönüllüler vardı enkazların başında ve göçük altındakilerin yakınları. İlk kez yetkili kurumun 2 görevlisi geldi. Ama öylece durup bakmaktan başka bir şey yapamadılar. Çünkü enkaza müdahale edecek ekipmanların yoktu yanlarında. Nihayet gönüllülerin çabasıyla enkazdan bir kişi çıkarıldı. Gerek sayıları, gerekse ekipmanları yetersiz olan arama-kurtarmacılar 5 dakika süreyle ses dinliyor, cevap alamayınca diğer enkazlara yöneliyorlardı. Terk edilen yerde bir daha da gelen giden olmuyordu.

İlk canlı yayınımı o an yaptım ve Hatay'a acilen kurtarma ekiplerinin gelmesi gerektiğini söyledim. Ama ne yazık ki hâla hiçbir medya kuruluşunda Hatay'ın adı geçmiyordu. Oysa bir mahşer yaşanıyordu ve bundan kimsenin haberi yoktu. Kulaklar sağır gözler kör olmuştu sanki. Herkes çaresizce bekliyordu ateşlerin başlarında. Ben de o ateşlere yaklaşıyor ve utanarak ısınıyordum. Utanıyordum, çünkü canlarım enkaz altında donuyordu!..

Durum anlatılamayacak kadar ağırdı. Bu ruh haliyle yayına devam edemeyeceğimi düşünüp enkazdaki yakınlarıma yardım etmem gerektiğine karar verdim. Çünkü iş bize düşmüştü. İlk canlı yayın bitiminde kamerayı kapatınca, onlarca insan yanıma koştu ve 'Yardım iste kızım televizyondan, bebeğim enkazda, annem enkazda, yalvarırım yardım iste, bırakma bizi' diye çaresizce ağlayan, elimi tutan yaşlı teyzeler, gözyaşları sel olan hiç tanımadığım insanlan.

Şok üstüne şok yaşıyordum. Bu cehennem gerçek miydi? Kanımdan canımdan insanlar gerçekten enkaz altındalar mıydı? Hâlâ inanmak istemiyordum. Hiç tanımadığım insanlarla aynı kaderi yaşıyordum.

İşte o insanlar için karar verdim görevimi devam ettirmeye. Çünkü acı sadece benim acım değildi, acı tüm felaketzedelerin acısıydı. 'Enkaz başında göğe doğru ağlamak, çırpınmak mı? Yoksa dünyaya açılan bir pencereden yardım istemek miydi doğru olan?' Hangisi hızlıca hayat kurtarırdı? Hangisi bize yardım ederdi? 'İçim yanıyor' deyişinin beden bulmuş hali gibiydik..

Kararımı vermiştim. Acımı kalbime gömdüm, yaralarıma tuz bastım ve devam ettim yayınlara. Hem enkaz altındaki yakınlarıma, hem de hiç tanımadığım insanlara söz verdim. 'Sizi kurtaracağız, enkaz altında kalan herkesi kurtarmak için yayın yapacağız. Ama biz de ekipler gelinceye kadar güçlü durmalıyız. Tek kurtuluşumuz güçlü duruşumuzu sürdürmektir.' dedim. İlk günden itibaren ailemin yanında olmamı isteyen TV 100'deki yöneticilerim, 'Acıların sürerken çalışma, başka bir ekip gönderelim, onlar haber geçsinler. Sen enkaz altındaki yakınlarına yardımcı ol' diye ısrar ettiler. Ancak kalmakta kararlıydım. Çünkü benim memleketimin Hatay'ın yaşadığı felaketi en hızlı şekilde yetkililere duyurmak benim vazgeçemeyeceğim görevimdi. Bir saniye bile bekleyemezdim. Her sokağı her caddeyi biliyordum nasılsa. Oysa enkaz şehirde en büyük sınavı ezbere bildiğim adreslerde vereceğimi tahmin edememiştim...

Depremin ilk günü canlı yayınlara sabaha kadar devam ettik. Sonraki günlerde de hiç uyamadık. Yardım istiyor, yayın aralarında zaman buldukça yakınlarımın enkazına koşuyordum. Başka enkazlardan ödünç kürek, kazma vs taşıyordum. Maalesef hâlâ arama-kurtarma ekipleri yoktu, itfaiye yoktu, STK'lar yoktu, polis ve asker yoktu! Kanımdan canımdan bir insan, kardeşim, kuzenim Aynur'umu, evlatlarını kurtaracaktık. Ama neyle, nasıl? Liseden arkadaşlarımın enkazları vardı onları da kurtaracaktık. Henüz Antakya'ya gidememiştik halamlar, dayımlar acaba ne durumdaydılar, kuzenlerim nasıllardı? Bir ara onların binalarının da yıkıldığını öğrendim. Ama sağ çıkıp çıkmadıkları konusunda bilgi edinemedim. Telefonlar hâlâ düşmüyordu. O an sadece yaşanılanlar değil, cevap bulamadığım yüzlerce soru da kahrediyordu beni.

İskenderun ölüyordu resmen, ama henüz kimse yoktu gönüllülerden başka! Bunca çaresizliğin içinde sürekli cehennemin göbeğinden sesleniyorduk canlı yayınlarla. Ama kimse Hatay'ı fark etmiyordu hâlâ. Delirmek üzereydim. Nasıl olur da sesimizi duymazlar, yayınları görmezler, bilmezler? Evet telefon şebekelerinde sorunlar vardı tamam ama askeri birliklerde özel bir iletişim ağı yok muydu? Haberleşmediler mi yetkili kurumlarla? Sabaha kadar canlı yayınlar sürdü. Her enkazı gezdim ve sadece belli başlı yerlerde 3-4 kişilik arama kurtarma ekibi ve gönüllüleri gördüm. Özellikle sahildeki önemli kişilerin oturdukları yapıların enkazlarına ilgi yoğundu. Neredeyse var olan tüm arama-kurtarma ekipleri meşhur enkazlardaydı! Ölüm bile zengin fakir ayrımı yapıyordu sanki!!!

Saatler ilerledikçe arama-kurtarma ekipleri artmaya başladı ama ekipman sorunu sürüyordu. Gereken araç-gereçleri bulup getirdiğimizde bu kez arama kurtarma ekiplerini kaybediyorduk. Bul bir daha bulabilirsen!..

25.26. saatte hâlâ hiç uğranılmayan enkazlar vardı. Yan yana 10 enkaz duruyordu ve 'Ses duyarsanız bizi çağırın' diyorlardı... Nasıl yani? Ya yaşıyor ama bağıramıyorsa? Ya da bağırıyor ama onca beton yığını altından ulaşamıyorsa sesi bize? Bu nasıl bir çaresizliğe sürükleyişti bizleri? Her saniyenin önemli olduğu ölüm kalım savaşında Hatay adeta yok sayılıyordu! Şehir yerle birdi.

İskenderun Mete Aslan bulvarındaki Şahin Apartmanı'nın enkazından ilk gün sadece orada yaşayanların yakınları, 5 kişiyi çıkardılar kazma ve küreklerle. Nereden mi biliyorum? Çünkü orası kuzenimin ve çocuklarının enkazıydı! Omuzlarımızda halatlarla, kazma kürek taşıyarak biz çıkardık komşularımızı. Ellerimiz parçalandı ama önemi yoktu, keşke kopsaydı da bir canımıza daha sağ ulaşabilseydik, ama olmadı. Çıkanların bedenleri o ağırlığa dayanamamış, yitip gitmişlerdi. Enkaz öldürmese de soğuk hava donduruyordu zaten.

2. gün senaryo yine aynıydı. Hatay'da insanlar arabalarında kalıyor, arabası olmayanlar ilikleri donduran soğukta, sokaklarda bekliyorlardı. Limanın yangını gökyüzünü sarıyor, ancak hâlâ arama- kurtarma ekipleri görünmüyordu . 3. günde ara sokaklar girilebilecek gibi değildi. Henüz el sürülmeyen enkazlar vardı...

Cenazeler sokaklarda sahiplenilmeyi bekliyordu. Hiç unutmayacağım; kimse çalmasın diye kolunda ziynet eşyası olan bir teyzenin cenazesinin başında nöbet tuttum. Bir amcanın eşiymiş, kızını kurtarmaya gidiyormuş, yanıma yeğenini bırakıp 'Ne olur bekle!' diye yalvardı.

Karanlıktan korkan ben, zifiri gecede bir cenazenin yanında öylece duruyordum elimde mikrofonla. Asla korkmadım uzun uzun bekledim, sanki boşluktaydım, çünkü o kadar çok benzer görüntüler vardı ki yollarda... Size duyulan güvenin sorumluluğuydu beni orada bekleten...

3. günde bile hâlâ resmi kurumların arama-kurtarma ekiplerinin sayısında çok az artış vardı. Gelememişlerdi. Gelenler de enkaz başlarında bekleşen depremzelerle tartışıyorlardı. Bazı gönüllülerin imkanlarıyla tutulan tek tük iş makineleri çalışıyordu. O süreçte bilinçsizce enkaza çıkanı da gördüm, inşaat yıkar gibi enkaza müdahale edeni de. Dayanamayıp haykırdım 'Durun' diye! Zira insanlar canlı olabilirdi hâlâ. Belki de bu yüzden bir çok kişi hayatını kaybetti, bunu asla bilemeyeceğiz. Ekipler arasında müthiş bir bilgi kirliliği, sayıları yetersiz kurtarmacılar, bakılmayan enkazlar, ekipman sorunu... İnsanlığımızdan utandım!

Antakya'ya geçtiğimizde savaştan kaçar gibi bir trafik yoğunluğu olduğunu gördük. Antakya felaketlerin en beterini yaşıyordu. Taş üstünde taş kalmamıştı. Tanıdığım tüm sokaklar caddeler enkaz yığınıydı. Atatürk Caddesi, 600 konutlar, Fatih Caddesi, eski Antakya, Köprübaşı ve neredeyse tüm Antakya haritadan silinmişti? Henüz köylere gidememiştik daha. Dayımların evi, halamların sokağı tanınmayacak haldeydi. Hangi sokakta olduğumu bilmiyordum, ezberimde olan adresler önemini yitirmişti.

Çünkü enkaz üstünde başka enkazlar vardı. Günlerce tutmuştum kendimi ama artık dayanamıyordum. Aşık olduğum kent yok olmuştu! Akrabalarım neredeydi? Enkaz altındalar da telefonları çekmiyor olabilir miydi? İçim çaresizlikten öylesine yanıyordu ki, anlatamam. İlk kez o zaman yüksek sesle haykırarak ağladığımı hatırlıyorum.