Sömürge mirasından nükleer caydırıcılığa Hindistan-Pakistan savaşı
1947 yılı, dünya tarihinin en büyük ve en kanlı göçlerinden birine sahne olmuştu. İngiltere, yaklaşık iki yüzyıl boyunca sömürgesi olarak yönettiği Hindistan’dan çekilirken ortaya çıkan iki devletli yapı (Hindistan ve Pakistan), tartışmalı bölge olan Keşmir’in statüsünü çözümsüz bırakmıştı.
İngiltere, “böl ve yönet” (divide et impera) sömürge anlayışıyla hükmettiği topraklarda ayrılığı kalıcı kılmak için planlı bir şekilde hareket etti. Yüzyıllar boyunca aynı coğrafyada bir arada yaşamayı başarmış Hindu ve Müslüman toplulukları, İngiliz yönetimi altında sistematik biçimde ayrıştırıldı.
İngiltere, bir taraftan Müslümanların ayrı bir ülke kurmasını destekleyerek Pakistan’ın oluşmasına zemin hazırlarken, diğer taraftan Hindistan’da çoğunluğu oluşturan Hinduların siyasi üstünlüğü meşrulaştırıldı. Bu süreç, görünürde bir “bağımsızlık” olarak sunulsa da gerçekte uzun vadeli etnik, dini ve jeopolitik çatışmanın temelleri atılıyordu.
İngiltere, sömürge politikalarında benimsediği “böl ve yönet” anlayışını Hindistan alt kıtasında da titizlikle uyguladı. İngilizler diğer ülkelerin haritalarına çizgi çekmeyi sever; bunu I. Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’da yapmışlardı ve yıllar sonra benzer durumu Hindistan’da uyguladılar.
Bu oyunun en dramatik sahnesi ise Keşmir’de oynandı. Yaklaşık Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde bu stratejik bölgede nüfusun %90’ı Müslüman olmasına rağmen İngilizler, buraya Hindu (prens) Hari Singh’i yönetici olarak bıraktı. O da Keşmir’in geleceğini halkın iradesine değil, kendi siyasi çıkarlarına göre belirleyerek, bölgeyi Hindistan’a bağladı.
Bu bölünmüşlük Hindistan ve Pakistan arasında yıllarca devam eden gerilimin, üç büyük savaşın, binlerce can kaybının ve nihayetinde nükleer silahlanmanın tetikleyicisi oldu. Günümüzde Hindistan Keşmir’in büyük kısmını kontrol ederken, Pakistan Azad Keşmir ve Gilgit-Baltistan bölgelerini elinde tutmaktadır. Bu nedenle bölge hala sıcak bir cephedir.
Peki, İngiltere neden böyle bir yaklaşım sergiliyor? Yanıt; sömürgeciliğin klasik yönteminde saklı. Ayrıştırmak, bölmek, kontrol etmek. İngilizler çok iyi biliyordu ki bir toplum homojen ve bütüncül kaldığında kendi kaderini belirleme gücüne erişebilir. Oysa parçalanmış bir toplum, iç çatışmalarla meşgul olur, enerjisini kendi içinde tüketir. Bu yöntem Ortadoğu’dan Hindistan’a ve Afrika’ya kadar birçok coğrafyada kendini gösteriyor. Bugün hala birçok çatışma, bu “planlı çekilme”lerin kalıcı etkilerini taşıyor.
Sonuç olarak, Hindistan ve Pakistan, Güney Asya’da tarihsel, dini ve siyasi gerilimlerle örülü iki komşu devlettir. Bu iki ülkenin 1998 yılında gerçekleştirdiği nükleer denemeler, bölgesel güç dengesinde ciddi bir değişime yol açmıştır. O tarihten itibaren, iki ülke arasındaki çatışmalar nükleer bir risk içermektedir. Esasında bu durum, nükleer caydırıcılık teorisi bağlamında analiz edilmelidir.
Nükleer caydırıcılık, bir devletin nükleer silahlarını doğrudan kullanmasından ziyade, bu silahların varlığıyla düşmanı saldırıdan vazgeçirmeye yönelik bir stratejidir. Bu strateji, özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler Birliği arasında gelişen ve “karşılıklı garantili yok oluş” (Mutual Assured Destruction – MAD) doktriniyle tanımlanan güç dengesinin temelini oluşturmuştur.
Hindistan, konvansiyonel (geleneksel) askeri kapasite bakımından Pakistan’a kıyasla daha güçlü bir konumda olsa da, Pakistan bu dengesizliği nükleer silahlarıyla dengelemeye çalışmaktadır. Bu nedenle Pakistan’ın nükleer stratejisi, Hindistan’a göre daha hızlı tırmanmaya açık, taktik kullanım odaklı ve daha risklidir.
Bu kırılgan nükleer denge, 1999’daki Kargil Savaşı, 2001–2002 sınır ötesi askerî kriz ve 2019’daki Pulwama saldırısı sonrasında düzenlenen Balakot hava harekâtı gibi olaylarda somut biçimde sınanmıştır. Her üç örnekte de taraflar, gerilimi büyük çaplı bir savaşa dönüştürmeden sınırlandırmayı tercih etmiştir. Bu durum, nükleer silahların iki ülkenin de “kırmızı çizgilerini” belirginleştirdiğini ve karşılıklı caydırıcılığın işlediğini göstermektedir.
Nükleer caydırıcılığın etkili olabilmesi için üç temel şartın yerine getirilmesi gerekir. İkinci vuruş kapasitesi: Saldırıya uğrayan tarafın, karşılık verebilecek kabiliyete sahip olması. İrade: Nükleer silah kullanma tehditlerinin inandırıcı bir şekilde ifade edilmesi. Algılanabilirlik: Bu tehditlerin karşı tarafça ciddiye alınması.
Hindistan ve Pakistan, bu üç temel koşulu genel olarak karşılamaktadır. Her iki ülke de nükleer yeteneklerini stratejik caydırıcılık amacıyla sürdürmekte ve olası bir çatışmanın yıkıcı sonuçlarını göz önünde bulundurarak doğrudan savaş yerine diplomatik yolları kullanmaktadır.
Nitekim, Hindistan ve Pakistan gibi nükleer silahlara sahip iki ülke arasında büyük çaplı bir savaş çıkma olasılığı, karşılıklı yok olma (mutual assured destruction) riskinden dolayı düşüktür. Ancak bu, gerilimlerin tamamen sona ereceği anlamına gelmez. Nükleer caydırıcılık, barış değil, bir tür korkuya dayalı denge üretir. Bu denge sürdürülebilir ancak kırılgandır. Ayrıca devlet dışı aktörlerin (terör örgütleri gibi) provokasyonları, nükleer dengede hesap dışı belirsizlikler yaratmaktadır. Küçük çaplı çatışmaların hızla kontrolden çıkma riski, nükleer tırmanmayı tetikleyebilir…