Menteşe Adaları ve Meis'in 1947'de Yunanistan'a devri hukuken geçersizdir

Konuya öncelikle Menteşe Adaları (İstanbulya, Rodos, Herke, Kerpe, Kaşot, İleki, İncirli, Kelemez, Leryoz, Batnoz, Lipso, Sömbeki, İstanköy adaları) ve Meis ile Kıbrıs’ın kısa egemenlik tarihçesini anlatarak girmek sanıyorum yerinde olacaktır.

Menteşe Adaları ve Meis'in 1947'de Yunanistan'a devri hukuken geçersizdir - Resim : 1Menteşe Adaları, Meis ve Kıbrıs elimizden nasıl çıktı?

Türk-İtalyan Savaşı 18 Ekim 1912 tarihinde İsviçre’deki Lozan kentinin Ouchy semtinde imzalanan ve “Ouchy (Uşi) Antlaşması” ya da “Birinci Lozan Antlaşması olarak bilinen anlaşma ile sona erdi. Buna göre Osmanlı Devleti Libya’daki askerlerini geri çekecek, bölge özel bir statüye konulacak, karşılığında İtalyanlar da işgal ettikleri On İki Adalar’ı geri verecekti. Ancak İtalyanlar Trablus’daki mahalli güçlerin arasında hâlâ bazı Osmanlı subayları bulunduğu bahanesiyle bu adaları bırakmadılar.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdi ve On İki Adalar’da İtalyan işgali devam etti.

1922 yılında ise Yunanistan’ın Anadolu’da kesin olarak yenilmesi ve Mudanya Ateşkes Görüşmeleri sırasında İtalya bu adaların kendi toprağı olduğunu ilan etmiştir.

Yani Lozan Barış Konferansı’nın başladığı 20 Kasım 1922’de bu adalar İtalya’nın kontrolü altındaydı. Diğer yandan Lozan Barış Konferansı’nın görüşmelerine katılan Türk heyetine verilen talimat dizisinin 10. maddesinde “Adalar Denizi’nde Türkiye’ye yakın olan adaların Türkiye’ye bırakılmasının sağlanması” bulunmaktaydı.

Lozan Barış Konferansı’nın hem I. hem de II. safhasındaki görüşmelerde Menteşe Adaları ardından Meis Adası ile ilgili Türk Heyeti adeta diplomatik savaş yapmış ancak uzun pazarlıklar neticesinde ve elimizdeki güç çerçevesinde Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesine göre; gayri askeri statüde olmak kaydıyla, On İki Ada ve Meis İtalya’ya bırakılmak durumunda kalınmıştır.

On İki Adalar’ın statüsü İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar böyle sürmüştür.

II. Dünya Savaşı sonunda savaşın mağlubu İtalya adalardan çekilmiş ve bu adalar Türkiye’nin tarafı bulunmadığı” 1947 Paris Barış Antlaşması’nın 14. maddesi ile XIII. eki uyarınca en ileri biçimde askerden arındırılması koşuluyla galiplerin safında yer almış olan Yunanistan’a devredilmiştir.

Kıbrıs’a gelince, “93 Harbi” olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nde, 4 Haziran 1878 tarihli Osmanlı-İngiliz Savunma Antlaşması ile Rusya’ya karşı destek sağlaması karşılığında Kıbrıs Adası fiilen (sözde kullanım hakkı) İngilizlere verilmişti.  Kıbrıs Adası daha sonra 1914’te İngiltere tarafından ilhak edilmiş, bu ilhak Lozan’da da Sevr’de olduğu gibi tanınmıştı.

LOZAN ANTLAŞMASI 16’NCI MADDESİNİN MUAZZAM ÖNEMİ

Bilindiği üzere 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş, ölü doğmuş bir antlaşma olmuştur.

Fakat İstanbul Hükümeti'nin Osmanlı tarihinin en zayıf anında imza koyduğu Osmanlı Devleti’ni tasfiye belgesinin hükümlerini göz önünde bulundurmakta ve Lozan Antlaşması hükümleri ile karşılaştırmakta yarar vardır.  Özelikle Sevr Antlaşması’nın genel feragat içeren 132’nci maddesi[1] ile Lozan’da bu hükme karşılık gelen 16’ncı maddenin karşılaştırılması Türkiye’nin hak ve menfaatleri açısından son derece önemlidir. [2]

Çünkü başlangıçta Lozan’ın 16’ncı maddesi, Sevr’in 132’nci maddesinin muadili olarak “toptan feragat içerecek şekilde” hazırlanmıştı. Türkiye’nin itirazları sonucu değiştirilen ve Lozan Barış Antlaşması’nın 16’ncı maddesine karşılık gelen ilk taslağında da Sevr benzeri bir feragat hükmü vardı.

16’ncı maddenin taslağında; “Türkiye, ... egemenliklerini devrettiği ülke kesimleri üzerinde ilhak, istiklal veya herhangi bir idare şekli hakkında esas kabul edilen veya edilecek olan bütün kararları kabul ve tasdik eder” şeklinde bugünkü Türkçe ile ifade edilebilecek hüküm mevcuttu.

Buna göre egemenlik devrine konu olan ülke kesimlerine, bu bağlamda Kıbrıs, Musul, Kerkük ve Irak’ın kuzeyine ilişkin ileride alınacak kararları Türkiye’nin peşinen tanımış olması isteniyordu. Bu durumda Türkiye bu ülke kesimleriyle ilgili olarak hiçbir söz hakkına sahip olamayacaktı.

Bu nedenledir ki Türkiye, 16’ncı maddenin ilk şekline itiraz etmiştir. Bu düzenleme değiştirilip 16’ncı madde nihai şeklini alıncaya kadar Lozan Barış Konferansı’nda çetin tartışmalara yol açmıştır.

Nihayetinde 16.madde şu şekli almıştır; “Türkiye, işbu Antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği işbu Antlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği (kaderi), ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir. ...”

Bu madde hükmünde iki nokta önem arz etmektedir:

1- Türkiye’nin egemenliğini devrettiği ülke kesimleri üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vaz geçtiğini kabul etmesidir.

2- Egemenliğini devrettiği ülke kesimlerinin geleceğinin ilgililerce düzenlenmiş veya düzenlenecek olmasıdır.

16’ncı maddenin sadece lafzına bakılarak birinci nokta çerçevesinde, Türkiye’nin, Lozan’dan sonra, egemenlik devrine konu olan ülke kesimleri üzerinde hiçbir hak iddia edemeyeceği ileri sürülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki Türkiye, Lozan’a Sevr Antlaşması’nı ve dolayısıyla toptan feragat içeren 132. maddesini ve onun tekrarı şeklinde Lozan’ın teklif edilen taslak 16. maddesini reddederek gelmiştir.

Türkiye’nin toptan feragati öngören Sevr’in 132. Maddesine uygun şekilde düzenlenen Lozan 16’ya itiraz etmesiyle birlikte Türkiye’nin bu topraklar ve adalar üzerinde devretmediği söz hakkının bunların geleceğine ve kaderlerine ilişkin olduğu ortaya konulmuştur.

Türkiye’nin egemenliğini devrettiği topraklarda vazgeçtiği her türlü hak ve sıfat yalnızca kurulu düzene ilişkindir.

Böylece Türkiye’nin Kıbrıs ve Adalar Denizi (Ege) Adaları’nda olduğu gibi Musul ve Kerkük’ün geleceğine ilişkin haklarını gasp eden hükmün tasarıdan çıkarılması sağlanmış ve 16’ncı madde bugünkü halini almıştı.

Yani Türkiye Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra, 16’ncı maddede sözü edilen ilgililer arasında (Osmanlı Devleti’nin bir nevi halefi olmasının gereği olarak da) birinci öncelikli ilgili devlet olarak, egemenliğini devrettiği ülke kesimlerinin geleceği konusunda söz hakkına sahip olacağını saklı tutmuştur.

LOZAN’IN 16’NCI MADDESİ KIBRIS’TA GARANTÖR OLMAMIZIN HUKUKİ ZEMİNİNİ SAĞLAMIŞTIR

Sevr’in toptan feragat içeren 132.’nci maddesine karşılık Lozan’ın 16’ncı maddesi Türkiye’ye son derece önemli avantajlar sağlamıştır ve sağlamaktadır. Bunun en önemli örneği Kıbrıs’ta garantör konuma gelmemize hukuki zemin sağlamış olmasıdır.

Hatırlanacağı üzere İkinci Dünya Savaşı hemen sonrasından itibaren Yunanistan’ın sözde referandumlarla (plebisitlerle) Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama girişimleri neticesinde günümüzde Kıbrıs Sorunu olarak bilinen sorun ortaya çıkmıştır.

Hâlbuki 4 Haziran 1878 tarihli Osmanlı-İngiliz Savunma Antlaşması ile fiilen İngilizlere verilen Kıbrıs Adası daha sonra 1914’te İngiltere tarafından ilhak edilmiş, bu ilhak Lozan’da da Sevr’de olduğu gibi tanınmıştı.

İşte Kıbrıs Sorununun çıkması üzerine Lozan’ın 16’ncı maddesinin karmaşık bir üslupla kaleme alınmasında aktif rol oynayan ve maddenin lafzı ve ruhuyla ne anlama geldiğini iyi bilen İngiltere, Ada’daki şartları ve aleyhinde gelişen olayları değerlendirerek, Türkiye’ye Lozan’ın 16’ncı maddesini hatırlatmıştır.

Aslında Kıbrıs Adası İngiltere’nin elinde iken Türkiye Kıbrıs meselesinde taraf olmaktan o zamana kadar kaçınmıştır. Zira Ada’da Lozan’da belirlenen statü devam ettikçe, Türkiye’nin her türlü hak ve sıfatından vazgeçmiş olma tavrı hukuksal açıdan doğruydu.

Fakat İngiltere’nin adanın geleceği için yeni bir düzen arayışı içine girdiğini görünce, sorunla ilgili bir taraf olarak Lozan Antlaşması'nın 16. maddesi çerçevesinde Kıbrıs Sorunu'na dâhil olmuştur.

Yani Türkiye, “Lozan’da devrettiği Kıbrıs Adası’nın kaderi yeniden tayin edilecekse, ben de birinci öncelikli devlet olarak masada olurum” demiştir.

Türkiye başlangıçta Kıbrıs meselesinde taraf olmayı her ne kadar İngiltere’nin siyasal anlamda dürtüklemesiyle yapmış bile olsa, Lozan’ın 16’ncı maddesi çerçevesinde geleceğe ilişkin saklı tutmuş olduğu söz hakkı gereği hukuksal olarak zaten hakkını kullanmıştır. [3]

Türkiye’nin Kıbrıs’taki garantörlüğünün temeli Lozan Antlaşmasının 16. maddesidir, kimsenin talebi ve isteği değildir!

Lozan Barış Antlaşması yürürlükte olduğu sürece; Türkiye, Antlaşmanın 16’ncı maddesi hükmüne dayanarak, Kıbrıs uyuşmazlığının taraflarından biri kimliğiyle bu uyuşmazlığın çözüm mekanizmaları içerisinde geçmişte olduğu gibi yer almalıdır.

LOZAN’IN 16.MADDESİ ÇERÇEVESİNDE MENTEŞE ADALARI VE MEİS’İN DURUMU

Menteşe Adaları ve Meis konusuna dönecek olursak, bu adaların hukuki durumunu ve Yunanistan’a neden, Kıbrıs’ta olduğu gibi, Türkiye’nin izni olmadan devredilemeyeceği hususu yine Lozan Antlaşması’nın 16’ncı maddesi ile doğrudan bir bağlantı içerisindedir.

Lozan Antlaşması’nın 16’ncı maddesini Türkiye; Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğinden çıkan toprakların hak ve sıfatlarından vazgeçtiğini belirttikten sonra "…bu toprakların ve adaların geleceği ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir" şekliyle son hale getirmiştir.

Lozan 16’ya göre Türkiye’nin Osmanlı’nın halefi olarak bu topraklarda bırakmış olduğu her türlü hak ve sıfat bıraktığı o andaki yani Lozan Antlaşması ile kurulu düzen ve rejim için geçerlidir.

Bir başka deyişle Türkiye’nin bu toprakların kaderi ve geleceğine ilişkin söz hakkını bırakmamıştır.

Yani Türkiye Cumhuriyeti, Menteşe Adaları, Kıbrıs Adası ve devrettiği diğer topraklar da dahil olmak üzere buraların geleceği hususundaki söz hakkını Lozan’ın 16’ncı maddesi ile saklı tutmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti gelecekte bu topraklar üzerinde yeni düzenleme, egemenlik ve rejim gibi bunların doğrudan kaderlerini tayin eden meselelerde kararına danışılması, onayının alınması gereken bir aktör ve söz sahibi ülke olmuştur.

Görüleceği üzere, Türkiye devredilen toprakların ve adaların Lozan’da tesis edilen mevcut düzenlerinin değiştirilmek istenmesi durumunda, yani gelecekteki kaderleri üzerinde mutlak söz hakkı vardır.

Bu çerçevede durum incelendiğinde; Lozan’da İtalya’ya bırakılan, fakat II. Dünya Savaşı’nın ertesinde Türkiye’nin masada olmadığı 1947 Paris Barış Antlaşması ile Yunanistan’a devredilen Menteşe Adaları’nın kaderleri üzerinde de Lozan’dan farklı yeni bir düzenleme yapılmış olduğu görülmektedir.

Ancak yeniden kaderi tayin şeklinde yapılan bu düzenleme hem meselede bir taraf olan hem de Lozan 16 gereği hukuksal açıdan söz hakkı bulunan Türkiye yok sayılarak yapılmıştır.

Lozan Antlaşması’nın 16’ncı maddesi ile bağlayıcı hale getirdiği topraklardan olan Menteşe Adaları ve Meis tüm bu hukuki olguya rağmen, Türkiye’nin izni alınmadan ve söz hakkı verilmeden İtalya’dan alınıp Yunanistan’a devredilmiştir.

 Menteşe Adaları ve Meis, Balkan Savaşları’ndan bu yana Türkiye için sadece siyasi bir sorun değil aynı zamanda jeopolitik ve en önemlisi de hukuksal bir sorun olagelmektedir.

Türkiye her ne kadar Menteşe Adaları’nın 1947’de hukuksuzca Yunanistan’a devredilmesine beklenen siyasal ve askeri karşı tavrı gösteremediyse de esasında aynı maddeden kaynaklanan hukuki hakkını Kıbrıs meselesinde göstermiştir.

Aynı hukuki olgu elbette Menteşe Adaları ve Meis üzerinde de geçerlidir.

Bu adaların Türkiye yok sayılarak Yunanistan’a devredilmesi sadece jeopolitik ve siyasi açıdan değil, Adalar Denizi’nde temel egemenlik, siyasal ve askeri güç dengesini meydana getiren Lozan Barış Antlaşması'na ve hukuka da aykırıdır.

Bu durumda söz konusu adaların egemenliğinin; ya Osmanlı Devleti’nin halefi olarak ilk sahibi Türkiye’ye geçmesi ya da Lozan’daki gibi İtalyanlar’da kalması lazımdır.

Türkiye bu hukuki argümanı ve gerçekliği siyasi, hukuki ve diplomatik yollardan kuvvetlice kullanmalıdır diye düşünüyorum.

Ayrıca Lozan Barış Antlaşması’nın 16’ncı maddesine, antlaşmalar hukuku temelindeki bu bakış açısı ile Türkiye’nin Musul, Kerkük ve Irak’ın kuzeyine ilişkin uyuşmazlıkların da çözüm mekanizmaları içerisinde mutlak yer alması gerekmektedir.

Kaynaklar:

[1] Sevr Antlaşması md. 132’de Türkiye’yi adalar üzerindeki haklarından vazgeçiren genel bir hüküm vardı. Buna göre Türkiye, "... bu muahedename ile tayin olunun hudutları haricinde olup mezkur muahedename ahkâmınca hiç bir daire-i nüfuza dahil bulunmayan ve Avrupa haricinde bulunan kaffe-i arazi üzerinde veya işbu araziye müteallik iddia edebileceği bilcümle hukuk ve tasarrufatından düvel-i müttefika lehine olarak feragat eylediğini beyan ... ,

".. işbu hükmün netayicini tanzim etmek üzere başlıca düvel-i müttefikanın ladelicap düvel-i saire ile müttefikan ittihaz ettiği veya edeceği ahkâmı kabul ve tasdik eylemeği taahhüt..." etmekteydi.

Bu hükümde Lozan Barış Antlaşması md. 16’nın aksine Türkiye’nin toprakları üzerindeki egemenlik haklarından lehine feragat ettiği ülkeler belirtilmiştir.

Ayrıca Türkiye, ikinci fıkrada, düvel-i müttefikanın birinci fıkrada ortaya konan hükmün neticesini tanzim etmek için ‘ittihaz ettiği ve edeceği ahkâmı kabul ve tasdik’ ederek önceden, eğer deyim yerinde ise, açık çek vermiştir. Müttefikler, Haziran 1923’de Lozan Barış Konferansı’nda kapsamlı bir andlaşma tasarısı[1] sunmuşlar ve benzer bir hükmün Lozan Barış Andlaşmasında da yer almasını önermişlerse de bu Türkiye tarafından reddedilmiştir.

[2] Değerli çaşlışmalarından dolayı Prof.Dr. Hüseyin Pazarcı, Prof.Dr. Sertaç Hami BAŞEREN, Av. Ali KURUMAHMUT, Nazım GÜVENÇ’e şükranlarımı sunuyorum.

[3] Nazım Güvenç, Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve Türkiye,Çağdaş Politika Yayınları,1984,s.35