Sığınmacılar; iğneyi biraz da diğer tarafa batıralım mı?

Ne diyoruz biz? Ülkemize savaştan kaçıp gelen sığınmacıların ırkları, etnisiteleri üzerinden halkın sinir uçlarıyla oynayarak kaos, karışıklık çıkartılmasına asla izin verilmemeli, bu konuda yalan haber yapıp yayanlarla, onları yönlendirenler hakkında kim olursa olsun işlem yapılmalı.

Bunda mutabıkız.

Geçtiğimiz haftalarda 14 sosyal medya kışkırtıcısının gözaltına alındığını, bunlardan sekizinin tutuklandığını hep birlikte gördük. Bu sosyal medya provokatörlerine sahip çıkan tek kişi ZP Genel Başkanı Ümit Özdağ’dı ne yazık ki.

Göz açtırılmamalı ve devamı gelmeli.

Bu konu her açıldığında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık dönemindeki hatalarını, Suriye’de iç savaş çıktığında ne yazık ki Dışişleri Bakanı olarak atadığı Ahmet Davutoğlu’nun gördüğü “Amerikan Rüyası”nı gerçek zannetmesini ve buna göre tutum almasını gündeme getirenlerden olmayacağım. Çok pahalıya mal olsa da o hatalar geçmişte kaldı. Şimdi bundan sonra ne yapılacağına odaklanılmalı.

Çünkü sığınmacıların ülkemize faydası ya da zararı bir yana, şimdiye kadar yerleşim politikasızlığı ve entegrasyon konusundaki yetersizliğimizden dolayı ne yazık ki ırkçı-muhalif koalisyonunun yarattığı havayla AK Partililer bile sığınmacılardan rahatsız hale geldiler. Bunu Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Hükûmet üyelerinin görmüyor olması mümkün değil. Bundan iki yıl önce de Türkiye gazetesinde “Hükûmet için Beşar Esad gerçeğiyle yüzleşmenin zamanı geldi” başlığıyla yayınlanan yazımda (*) “Artık Şam hükûmeti ile diplomatik ilişki kurmanın zamanı geldi. Bunun için uzun uzun, etraftaki Amerikan muhiplerinin kafa karıştırıcı laflarını dinleyip de vakit geçirmenin manası yok” diyerek ifade ettiğim cümlelerime eski bir kalipso şarkının dizelerini ekleyeceğim bugün:

“Vakit yok gemi kalkıyor artık.”

O vakit geçtiğinde “O gemide ah ben de olsaydım” diye ağlamanın da bir faydası olmayacak.

Ancak burada önemli bir husus ve bazı sorularım var.

Öncelikle bu meselenin çözümü salt Beşar Esad’ın başında olduğu Şam rejimi ile doğrudan üst düzey görüşmelerle olacak gibi değil. Geçmişte görüşmeye çok yatkın olduğunu her demecinde ortaya koyan Esad biliyoruz ki ülkemizdeki sığınmacı karşıtlığına bel bağladı ve “Ne olursan ol gel” tavrından “Ülkemden askerlerini çekerse Erdoğan ile görüşürüm” seviyesine atladı. Geçen hafta tutuklananların arasından bizzat Ümit Özdağ’ın yönettiğini öğrendiğimiz Ambargo TV’de yönetici olan bir İranlı’nın çıkması boşuna değil.

Kısaca Türkiye’yi Muhaberat’a, MOSSAD’a, İran istihbaratına ve onların ortak çalışan ajanlarına dar ettiğimizde, Esad’a kozların onun elinde olmadığını göstermiş oluruz. Tam tersine Suriye’nin kuzeyindeki 30 kilometre derinliği, boydan boya şerit olarak tahkim etmek, Münbiç ve diğer bölgelerden PKK’yı temizlemek için harekete geçmek, Arap aşiretlerle iş birliğini sıkı tutmak gerek. Esad’a bunu gösterirken, en üst düzeydeki teması da Putin ile planlamanın adımları atılmalı. Putin söylemeden tuvalete bile gidemeyen Esad’ın yapacağı şey bellidir; itaat etmek.

Dış politika dediğin nedir ki?

Ekmek mama, tekme sopa…

Ancak Suriye’nin kuzeyinde, Özgür Suriye Ordusu ÖSO’nun kontrolündeki bölgelerden bazı sıkıntılı haberler alıyorum. Orada yaşayan insanlardan mesajlar geliyor. Yönetimin bir türlü kurumsallaşamaması, adalet ve güvenlik sistemindeki zafiyetler, ÖSO mensuplarından bazılarının başıbozuk davranışları orada ikamet eden ve geri dönüş yapan Suriyeli Arap ve Türkmenler arasında sık sık şikâyet konusu olmakta. Orada bulunan Türk askeri birliğinin de kurallar gereği müdahil olamaması durumu bazen içinden çıkılmaz noktalara getirebiliyor. Bu sorun daha fazla büyümeden adalet ve içişlerinin kurumsallaşarak insan hayatlarının güvenceye alınmasında fayda var.

Bu meseleyi dillendirmemin sebebi açık.

Oradaki güvenceli hayat aynı zamanda geri dönüşlerin de güvencesi olacaktır.

Bazı şeyler yazılıp konuşulmuyorsa yok anlamına gelmiyor. Herkes her şeyi biliyor.

Öte yandan AB ve ABD’nin sığınmacıların ülkemizde kalmasında ısrar etmesinin ardındaki sebep malum.

Yaptıkları projeksiyon şu:

“Türkiye, Suriyeli ve Afgan sığınmacıları ülkelerine gönderir ama onlar bu kez Batı’ya göç ederler ve bizi zor durumda bırakırlar.”

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan sık sık tekrarlıyor “Sığınmacılar için 40 milyar dolar harcadık” diye. Bu rakam 100 milyar dolara bile çıktı geçenlerde. Tabii insanımız da çok sinirleniyor bu söylendiğinde ve “Ben burada aylık 7 bin 500 lira emekli maaşa, 11 bin 500 lira asgari ücrete talim ederken sen…” diye başlayan cümleleri art arda sıralıyor.

Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki seçenekler belli:

1- Yukarıda anlattığım plan çerçevesinde sığınmacıları bir an evvel ülkelerine göndermek için harekete geçmek.

2- Eğer Batı ve ABD’nin istediğini yapacaksa da onlara bizim “Her nimetin bir külfeti var” özdeyişini hatırlatarak “Pamuk eller cebe, 40 milyar doları görelim” demek. Eğer kabul ederlerse de sığınmacılar için entegrasyon yasaları çıkartıp işe koyulmak. Yoksa bu iş önümüze attıkları üç beş milyar ile kabul edilecek bir noktayı çoktan aştı.

Kısaca bu iki seçenek dışında hiçbir çıkış yolu yok.