Bundan tam iki sene önce...

Tarih: 7 Kasım 2020 Karabağ/ŞUŞA...

Binbaşım gündüz saat 11 gibi seslendi: “Üzerinde bayrağımız kalan var mı?”

Biz bu savaşta bayraklarımızı âzat ettiğimiz yerlerde ya göndere çekmek için ya en yükseğe dikmek için ya da şehitlerimizin üstüne örtmek için kullanmıştık. Arandık, bir süre bayrak bulamadık. Sonra haber giden uzaktaki arkadaşlarımızdan biri, özenle sakladığı bayrağımızı getirdi.

Belki de taburda kalan son bayrağımızdı. Tabur komutanımız kolunun yeniyle temizlediği savaştan yıpranmış masanın üzerine bayrağımızı özenle açtı. Sonra da savaş sırasında şehit düşmüş arkadaşlarımızın isimlerini bayrak üzerine tek tek yazmaya başladı. Yazdıkça yazıyordu. Bir an inanamadım. Ne kadar çok şehidimiz vardı.

Bazen duralıyorduk, nedense kimi şehitlerimizin ismini hatırlamakta zorlanıyorduk. Savaş o kadar hızlı, nefessiz, aklımızı başımızdan alarak, delicesine geçmişti ki. Üstüne öyle yorgun, öyle bitkin, öyle uykusuzduk ve hâlâ savaşın tam dibindeydik, mermilerin tokuştuğu Şuşa’nın tam içindeydik. Ve artık şehitlerimizin ismini tam olarak yazmak için çabalayıp duruyorduk.

O sırada Üsteğmen Ahmedov içeri girdi. Savaşa özgü bir sertlikte ezberden bir tekmil verdi ve biz daha hoş geldin bile diyemeden birdenbire sesi değişti. Bir anda içlendiğini, derin bir üzüntüyle ağlamağa başladığını gördük. Öylece ayakta kalakalmıştı. Biz de ona kaygılı bir merakla bakakalmıştık. Tabur komutanı; “Hayırdır, ne oldu aslanım” diye sordu. Ahmedov önce konuşamadı. O dağ gibi deli yürekli üsteğmen bir süre daha hıçkırıklara boğuldu. Anladık tabii, hissettik hemen. O bir yas tutuyordu, ama kimin yasını, neyin yasını?

Zor anlaşılabilir cümlelerle “Hayyam Teğmen şehit oldu komutanım” diyebildi. “Şimdi haberi geldi.”

Bir anda biz de çaresizleşiverdik. Şahadet karşısında, ölüm karşısında ne yapabilirdik ki? Acı haberi dile gelen iki gün önce ağır yaralanan ve ilerideki eski otelde tedavi edilen Hayyam Azizov Teğmendi.

Şimdi bizim de içimiz acıyor, içimiz yanıyordu. Azizov’u çok severdik, onun umut dolu coşkun yiğitliğine bayılırdık. Ve şimdi “artık acıya çok alıştık” deyip duran bizler de, bu acıya alışılamayacağını bir kez daha öğreniyorduk. Sessizce kendi kuytuluklarımıza çekildik, masadan uzaklaşıp, kalplerinin savaşla, acıyla, ölümle sertleştiğini düşünen kendimize inat çaresiz gözyaşlarına boğulduk. İçli içli, derin derin, sessiz sessiz ağlıyorduk.

Acıya boğulu bu garip sessizlik bir-iki dakika daha devam etti.

Gündüz Binbaşım gitti, Ahmedov Üsteğmeni kucakladı. Sarıldı ona sıkı sıkı. “Başımız sağolsun aslanım” dedi. “Allah ruhunu şad eylesin, mekanı cennet olsun, Allah geride kalanlarına sabır versin, başımız sağolsun.”

O ise hiçbir şey diyemedi. Başını, bakışlarını, komutanın bakışlarından yere eğdi. Şimdi her ikisi de içli içli ağlıyordu. Askerce, yitip giden teğmenin ardından komutanca bir ağıttı bu. Onurlu, acılı, sessiz ve çaresiz.

Biz de ağlıyorduk arkada.

“Kim demiş asker ağlamaz” diye. İşte her seferinde en kralını biz ağlıyorduk yine. Gencecikti be, gencecikti. Delinin, yiğidin, kahramanın, vatanseverin önden gideniydi.

Kendimizi zorla toparladıktan sonra masaya yaklaştık. Acılı ve onurlu listemizi bitirdik. Bu ana kadar bayrağımıza 25 şehidimizin ismini yazmıştık. Tam 25 şehit. Gündüz Binbaşım bayrağa en son “Teğmen Azizov” yazdı.

O, bizim 26'ncı şehidimizdi. 75 savaşçıdan oluşan bir özel kuvvet taburundan tam 26 şehit!

Bir de gazilerimiz vardı. Kaç kişi mi? Bizim içimizden gazi olmayan yoktu ki. 2, 3, 5, hatta 8 kere gazi olan bile vardı.

Bu savaş bizim onurumuzdu, kanla yazılan bir onur.

Tabur komutanımız isimlerin en sonuna da gözyaşları içinde şu cümleleri koydu: “Ben sizin gibi savaşçıların komutanı olduğum için onur duyuyorum. Sizlerin aziz ruhları önünde baş eğiyorum.”

***

Bayrak ıslanarak bozulmasın diye temiz bir poşetle kaplayarak, kenarlarını zımba teli ile dikiş yaptıktan sonra odadan çıktık.

Komutanım bana; “Bayrağımızı beraber asalım mı Yaşar” diye sordu.

Ben de büyük bir onurla; “Çok isterim komutanım” dedim.

Komutanımızın bayrağı asmak istediği yer ‘sözde’ Artsakh’ın Parlamento binasının çatısıydı. Orayı özellikle seçmişti komutan. Bu aynı zamanda savaşın en başında Büyük Mercanlı’da ettiğimiz yeminin, niyetin, ahdin gerçekleşmesi demekti. Böylece, sözde parlamento binasına doğru ilerlemeye başladık.

Ortalıkta hâlâ düşman kaynadığı için, delikler, mazgallar, mahzenler bize çevrilmiş hain namlularla dolu olduğu için hepimiz müteyakkızdık, açılmış ve yayılmıştık, eller tetikte meskun mahal çatışma düzeninde gidiyorduk.

***

Saatler 13.30’u gösteriyordu. Gündüz Binbaşı bayrağı bana uzattı. “Arzunu gerçekleştir Yaşar. Bunu hakettin.” Sonra da beni konuşturmadan devam etti. “Bayrağı binanın en tepesine ve tam ortasına sanç! [1] Ve orada Allah hakkı için bir ezan oku.”

“Emredersin komutanım.”

Bu esnada şehirde çatışmalar devam ediyor, düşman havan ve topçuları atıp duruyordu. “Yani ortalık tam anlamıyla; ‘serseri mayın, kör havan, kaza kurşunu’ydu.” Tabur Komutanımız durum tehlikeli olduğu için etrafta fazla kişinin dolaşmamasını, mevzi alınmasını emretti.

***

Bir solukta dördüncü kata, sonra çatıya çıktık. Bayrak dikilen ön tarafa doğru ilerledik. Binanın çatısı kırmızı kayrakla örtülüydü. Kaymamaya dikkat ederek, ihtiyatla, yavaşça orada dikili duran o paçavraya, o sözde bayrağa yaklaştık. Bu sırada bazı arkadaşlarımız binanın önünde toplanmışlardı. Hep beraber haykırarak o kirli, kinli, kanlı, ihtiraslı, meşum paçavrayı yere atmamı söylüyorlardı. Ben de çabucak bıçakla düşman paçavrasının ipini kestim. O paçavrayı yırttıktan sonra da direkle beraber aşağıya doğru fırlattım.

Ve hemen ardından şanlı bayrağımızı oraya diktim.

***

28 yıl sonra Şuşa’da okunan ilk ezan...

Onurluydum. Ahdime, andıma, niyetime kavuşmuştum.

Bu esnada Binbaşım aşağıdan yüksek sesle “Ezan oku” diye seslendi.

Yalnız bu arada benim savaş zillerim de çalmaya başladı. Tehlikenin kabardığını hissediyordum. Bu benimkisi savaş sırasında hemen hemen hepimizde gelişen bir meleke. Artık bir şekilde tehlikenin kokusunu alıyoruz. Doğanın, rüzgarın, kuşların sesinin değişmesinden tutun da içinizden kabaran seslere ikazlara kadar. Savaş kendi evlatlarını kendi yetiştiriyor.

İşte ben bu nedenle ezan okurken dizüstü oturuyorum. İşte ben hayatımda ilk defa, o da yüksek sesle ezanı orada okudum. O yüzden biraz makamı bozuktu galiba. Olsun. Yine de hayatımdaki en ender, en bahtiyar anımdı.

Günlerden 7 Kasım, saat 13.50’du. Şuşa şehrinde sözde parlamento binasının üzerinde tam 28 yıldan sonra ilk ezan, işte böyle okundu.

Bu önce düşmana karşı kazanılan bir zaferin haykırışıytı. Sonra da inanca, insanlığa, vatana ve geleceğe dair kıyamete kadar sürecek bir başka çağrı.

Ve asıl bizden yaratıcı hakkını isteyen Allah’a karşı bir şükran borcu, bir dua, bir sesleniş...

Azerbaycan askerinin yüreğinden yükselen bir ilahi ahit: 

“Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!”

“Allah Tek Yücedir, Allah Tek Yücedir!”

Bu metin dokuz ay Karabağ’da, Azerbaycan’da; altı ay Türkiye’de çalışarak kaleme aldığım Karabağ savaşı kitabından alınmıştır.

[1] Sanç: Aslında Türkiye Türkçesinde de var. Öz Türkçe bir kelime. ‘Sançmak’tan emir. Saplamak, asmak manasında.