Müzmin bir sonbahar depresyonlusundan bir kuple depresyon günlüğü dinlemek ister misiniz? Kim bu süreci nasıl geçiriyormuş, herkes eteğindeki taşı döksün ortaya.
Bu süreçte kendimi hiç geliştirmedim… Spor, yoga yapmadım, İspanyolca öğrenmeye çalışmadım, tek kitap bile okumadım, hobi edinmedim, çiçeklerle ilgilenmedim… Zaten çiçekler hiçbir zaman yerini beğenmiyor. Ne hoş ben de öyle…
Proje çocuk yetiştirmeme gibi bir projem var, nasıl proje?
Ağzını yüzünü yoğurduğum bir kıza takribi beş sene gibi bir takvimde analık etmekle mükellef kılındım. Bundan sonraki beş sene de analık eder sonra eleğimi duvara asar, örgümü elime alırım diye umuyorum. Bu işler öyle oluyor olmalı değil mi?
Hemen yaşayalım ve bitiversin diye yaşadığımız hayatları hiç bitmesin diye fotoğrafla kaydetmek insanın çelişkisi. Bu modern çağın akıl hastalığı ve ben aklımı kaybetmemek için yazıyorum. Bu gürültüde ne yazılabilirse ne kadar yazılabilirse o kadar...
Yazı insana bir bitiş vermiyor, hikâyenin devamına inandırıyor.
"Haberin duygusal yükü diye bir şey var ve ben bunun bir insanı öldürebileceğinden son derece eminim…” İki sene önce bu cümleyi etmiştim… Hâlâ ölmedim…
Günde sadece bir saat ana haberlere maruz kaldığı “salçalı ekmek” döneminde büyümüş bir çocuğun, şimdilerde 24 saat haber akışının içinde olması, hatta ondan ekmek yer hale gelmesi her babayiğidin kaldırabileceği bir yük değil kardeşlerim. Kaldıramadım da zaten...
Geçenlerde Dünya Bekârlar Günü’ymüş. Ben neden bugün yazıyorum? Çünkü ben evliydim.
Bekârlığı mı tercih ederdiniz evliliği mi? Kim kral, Kim sultan, kim ezik, kim bozuk, kim mekânın sahibi?
İyi bir devrimci isyan ateşini önce evinde başlatır. Yarından tezi yok kendimi "minimalizm" akımının baldırı çıplak ev güzellemesinin kollarına bırakıyorum.
Geleneksel "bahar temizliği" günleri kapsamında evde bir takım kimyasal reaksiyonlara girip girip çıkıyorum. Bu çamaşır suyu ve ıslak halı karışımı koku nereden geliyor diye soruyorsanız bilin diye söylüyorum.
Bir sabah uyanmışız...O, pamuklara sarilı süt kuzusu, ben kuzunun yorgun, acemi, ürkek omzuyum.
Vücudumun dörtte üçü duygu... Arkamdaki asırlık çınar yaşındayım...
Popüler kültürün en çok prim yapan hadiselerinden biri anne olmaksa, diğeri de "Kadın" olmak...
Yeni asrın kadını mutlaka kendi ayakları üzerinde dursun. İyi eğitim alsın, plazaların bilmem kaçıncı katında çok havalı bir işi olsun. Kendini göstermek için mesai saati falan kovalamadan gece gündüz çok sıkı çalışsın.
Ben deli değilim doktor çevrem akıllı! Kimin beygirine hoşt, kimin tavuğuna deh demişim he? Ki zaten beygir ve tavuğa bunlar söylenmiyor da olabilir, ben bilmem. Ben bilmem ama çevrem bilir bak, onlar akıllı çünkü.
Onların bilmediği yok affedersin doktorcum. Mütemadiyen hikmet saçıyorlar. “Ağaca bak”, “Kuşa bak”, “Sabret”, “Şükret”, “Derin nefes al” diyorlar. Ama “Ver” demiyorlar. Nefesler içimde meme yaptı doktorcum. Delilik değil o meme! Deli olsam duramazdım dimi?
Desinler ki Ayça bir göl kenarında inzivaya çekildi.
Evlad-ü iyalden, işten, aştan geçerek izini kaybettirdi.
Love bombing+gaslighting+ghosting... Bir nevi aşk trollemesi diyebiliriz. Pek çoklarının bu üç gavur icadını bir türlü kavrayamamış olması bu kadincağizi yaralar kardeşlerim. Sizlere anlatacağım ki ayık olasınız.
İki gözünüzün çiçeği, rüyalarınızın erkeği/kadınını nihayet buldunuz ve öyle bir rüyadasınız ki, "Tuzluğu uzatır mısın canım" diyorsun, adam sana, "Tuzluk da neymiş, iste kafamı kesip vereyim hayatım" diye cevap veriyor.
Annenizin gölgesini ne sıklıkta görürsünüz aynada? Onun çocuğu olduğunuz gerçeği en çok ne zaman oturur hayatınızin orta yerine?
Belki bugün yanıbaşınızda öpüp koklarken, belki bir telefon kadar yakın, belki bir mezar taşı başında kıvrılıp, hangi yaşta olursa olsun çok erken gidişine ağlarken...