KKTC’de tarihi seçim: Egemenlikten federasyona uzanan kırılma noktası

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 19 Ekim’de sandık başına gidiyor. Bu seçim, yalnızca yeni bir cumhurbaşkanının kim olacağını belirlemeyecek; Ada’nın geleceğini, Türkiye’nin bölgesel vizyonunu ve Doğu Akdeniz’deki dengeleri de şekillendirecek. Kıbrıs Türk halkı, uzun yıllardır süregelen belirsizliklerin içinde kendi yol haritasını yeniden çizmeye hazırlanıyor. Karşılarında adaylarla birlikte iki farklı gelecek tasavvuru duruyor.

Bir yanda uluslararası izolasyonlara karşı Ankara ile tam uyum içinde yürüyen “iki devletli çözüm” anlayışını savunan Ersin Tatar, diğer yanda adanın geleceğini federatif bir yapı içinde, Avrupa Birliği ekseninde ve karşılıklı siyasi eşitlik temelinde konumlandıran Tufan Erhürman yer alıyor. Seçim, bu iki vizyon arasındaki farkı net biçimde ortaya koyacak. Bu nedenle oy pusulası, kişisel tercihten öte, toplumsal yön duygusunu da temsil edecek.

İki farklı yol, iki ayrı vizyon.

Ersin Tatar’ın çizgisi, son yıllarda giderek daha güçlü biçimde dillendirilen “egemen eşit iki devlet” modeline dayanıyor. Bu yaklaşım, Rum tarafının sürekli oyalama taktikleriyle yürüyen müzakere süreçlerine bir tepki niteliğinde. Tatar’a göre federasyon süreci artık tükenmiş, yeni bir sayfa açılacaksa bu ancak egemen eşitliğin tanınmasıyla mümkün. Model, Ankara ile tam koordinasyon içinde, kendi ayakları üzerinde duran fakat Türkiye’nin garantörlüğünü temel güvence olarak koruyan bir yapıyı hedefliyor.

Tufan Erhürman ise “federal çatı altında iki toplumlu, iki bölgeli çözüm” formülünü yeniden canlandırmayı amaçlıyor. Bu bakış açısı, KKTC’nin uluslararası alanda tanınmamasının yarattığı ekonomik, sosyal ve psikolojik baskıları hafifletmeyi hedefliyor. Erhürman’ın vizyonunda Türkiye ile dostane fakat daha dengeli bir ilişki kurulması, Ada’nın hem Doğu Akdeniz’de hem de Avrupa sahnesinde “özne” olarak varlık göstermesi için kilit unsur olarak görülüyor.

Bu iki vizyon hem dış politika yöneliminde hem iç yönetim anlayışı hem de ekonomik model ve toplumsal beklentiler bakımından da ayrışıyor. Tatar cephesinde daha millî refleksli, güvenlik eksenli bir devlet anlayışı öne çıkarken; Erhürman kanadında kurumsallaşmış, çok sesli bir yönetim ideali dikkat çekiyor.

Türkiye açısından Kıbrıs: Tarihî meseleden stratejik zorunluluğa.

Kıbrıs, Türkiye için tarihî bir davadan çok daha fazlasıdır; jeopolitik bir zorunluluktur. Ada, Doğu Akdeniz’in kalbinde yer alır ve Türkiye’nin enerji hatlarına, deniz yetki alanlarına, güvenlik doktrinine doğrudan etki eder. “Mavi Vatan” stratejisinin sürdürülebilirliği Kıbrıs’ın statüsüne bağlıdır. Bunun yanında, Ada’daki Türk varlığı Lozan’dan bu yana bölgesel dengenin temel unsuru olmuştur. Türkiye açısından Kıbrıs hem ulusal güvenliğin güney hattını korur hem de diplomatik nüfuz alanının merkezini oluşturur.

Bu nedenle Türkiye, her seçimde Ada’daki istikrarı kendi güvenliğiyle ilişkili görür.

Ekonomik gerçekler ve halkın önceliği.

Artan gıda ve enerji fiyatları, yüksek enflasyon ve genç işsizliği Ada’da geçim baskısını derinleştirdi. Halkın geniş kesimi için artık asıl mesele “hangi çözüm modeli?” değil, “nasıl bir yaşam standardı?” sorusuna indirgenmiş durumda.

KKTC ekonomisi, uzun süredir Türkiye’nin sağladığı mali destek ve altyapı yatırımlarıyla ayakta duruyor. Elektrik, su, enerji hatları ve birçok kamu projesi doğrudan Ankara’nın desteğiyle yürütülüyor. Bu durum bir yandan ekonomik güvence sağlarken, diğer yandan “destek biterse ne olur?” endişesini de canlı tutuyor.

Bölgesel denklem: Enerji, Gazze ve AB’nin içine düştüğü çelişki yumağı.

Seçim süreci, iç dinamiklerle bölgesel gelişmelerin birbirine karıştığı bir döneme denk geldi. Doğu Akdeniz’de enerji paylaşımı yeniden kızışırken, İsrail-Gazze hattındaki gerilim Akdeniz’in stratejik rotasını doğrudan etkiliyor.

Gazze meselesi elbette Kıbrıs’tan bağımsız değil. Batı, bölgede yeni bir düzen kurma arayışında. Gazze’de ara bulucu olarak öne çıkarılan eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, yıllardır Doğu Akdeniz enerji diplomasisinin ve Kıbrıs davasının perde arkasındaki figürlerinden biri. Eşi Cherie Blair ise Avrupa’daki pek çok Kıbrıs Rum mülk davasında Rum tarafına hukuk danışmanlığı yaptı. Bu bağlantılar, “barış girişimlerinin” perde arkasında hangi hesapların döndüğüne dair ciddi soru işaretleri yaratıyor.

AB’nin tutumu da bu tabloyu pekiştiriyor. Türk tarafının kontrolündeki bazı mülklerin iadesi konusunda Brüksel yeniden baskı kurma hazırlığında. Üstelik 1 Ocak’ta Güney Kıbrıs’ın AB Konseyi Dönem Başkanlığı’nı devralacak olması, bu baskının daha kurumsal bir boyuta taşınacağını gösteriyor. AB, Kıbrıs sorununu artık “Avrupa mülkiyet ve insan hakları meselesi” başlığı altında ele alıyor. Bu yaklaşım, Ada üzerindeki diplomatik ve ekonomik baskıyı daha da artırabilir.

Filistin–Kıbrıs paradoksu ve Batı’nın tutarsızlığı.

Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusundaki tavrı, Filistin meselesinde dile getirdiği “iki devletli çözüm” söylemiyle açık bir çelişki taşıyor. Gazze krizinde sözde de olsa iki ayrı devletin varlığını savunan Brüksel, Kıbrıs’ta federasyon ısrarını sürdürerek kendi ilkelerini inkâr ediyor. Güney Kıbrıs’ı AB’ye tam üye yaparak Ada’daki tarafsızlığı zaten ortadan kaldıran Avrupa Birliği, şimdi “federatif çözüm” adı altında Türk halkının egemen eşitliğini yok sayan bir siyaset izliyor. Bu durum, Batı’nın “adalet” ve “tarafsızlık” söyleminin ne kadar seçici olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Bu çelişkiler, Türkiye’nin Ada politikasını daha stratejik bir düzleme taşıyor. Ankara, Kıbrıs’ta barıştan yana tavrını sürdürürken, Batı’nın çifte standardını dikkate almak ve kendi güvenlik hattını yeniden tanımlamak zorunda. Türkiye açısından Ersin Tatar’ın çizgisi, mevcut dengeler içinde daha öngörülebilir ve güvenli bir senaryo sunuyor; çünkü bu model, garantörlüğü ve Doğu Akdeniz’deki askeri varlığı zayıflatmıyor.

Buna karşılık Erhürman’ın olası zaferi, kısa vadede diplomatik temasları canlandırabilir ancak federatif bir sürecin başlaması halinde Türkiye’nin garantörlük statüsünün tartışmaya açılması riski bulunuyor. Bu nedenle 19 Ekim seçimleri, yalnızca Lefkoşa’nın değil, Ankara’nın da bölgesel geleceğini yakından ilgilendiren bir dönemeç niteliği taşıyor.

Ada’nın geleceği, bölgenin dengesini belirleyecek.

KKTC’taki seçim; Doğu Akdeniz’de güç dengelerinin, enerji hatlarının ve diplomatik ittifakların yeniden tanımlandığı bir süreçte gerçekleşiyor. Sandıktan çıkacak sonuç, Türkiye’nin bölgesel pozisyonuna, Batı’nın Kıbrıs yaklaşımına ve Ada’daki Türk toplumunun kendi kaderini belirleme iradesine doğrudan yansıyacak.

Eğer ortaya çıkan tablo, halkın refahını yükseltirken ulusal egemenliği koruyan bir çizgiye evrilirse, bu seçim Ada için bir dönüm noktası olabilir. Aksi takdirde, Kıbrıs meselesi yine büyük güçlerin satranç tahtasında küçük bir piyon olarak kalır. Türkiye’nin önündeki görev, bu seçimden sonra da Ada’daki Türk varlığını güçlendirmek, halkın yaşam standardını yükseltmek ve Batı’nın çelişkili tutumuna karşı kararlı bir diplomasi yürütmektir.

Sonuç olarak 19 Ekim seçimi, KKTC’nin geleceğe dair yönünü belirleyecek. Ada’nın hangi rüzgâra yelken açacağını, sandıktan çıkacak irade gösterecek.