Toplumsal direncin anahtarı: Millet olmak... Sömürgecilikten gettolaşmaya Fransa'nın çatırdayan yapısı

Fransa’dayım. Lyon’dan Paris'e uzanan hızlı tren yolculuğum, zihnimdeki birçok karşılaştırmayı da ardında bırakıyor. Türkiye'den uçakla Lyon'a inene kadar geçtiğim güzergâhta hep aynı manzarayla karşılaştım. Bulgaristan'dan başlayarak Avrupa'nın içine doğru ilerledikçe tarım arazilerinin verimliliği ve düzeni dikkat çekiyor. Geniş ovalar, modern tarım teknikleriyle işlenmiş, nizam içinde dizilmiş köyler ve doğayla uyumlu yerleşim birimleri… Avrupa’nın tarıma ve hayvancılığa verdiği değeri görmekle kalmıyor, adeta yaşıyorsunuz.

Market raflarında yüzlerce çeşit süt ürünü, peynirler, gıda enflasyonunu dengeleyen bir ekonomi ve doğayla insan arasında kurulmuş hassas bir denge göze çarpıyor. Tüm bunlar planlamanın, stratejik yönetimin ve üretime verilen önemin somut birer sonucu. Bu anlamda Avrupa'nın örnek alınacak pek çok yönü olduğu muhakkak...

Ancak bu düzenli görüntünün ardında karanlık başka bir gerçeklik yatıyor: Fransa'nın refahı, yüzyıllar süren bir ekonomik sömürü zinciriyle, başka devletlerin sırtına basarak yükselmiştir. Cezayir’den Mali’ye, Tunus’tan Senegal’e kadar nice ülkenin emeği, yer altı zenginlikleri ve insan gücü Fransa'nın refahına tahvil edildi.

Paris sokaklarında karşılaştığım birçok Afrikalı ve Arap, aslında Fransa'nın sömürge geçmişinin canlı birer yansıması. Fransız pasaportu taşımaları, Fransa'da doğmuş ve Fransız vatandaşı olmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Aidiyet sorunları, kimlik bunalımları ve derin bir yabancılık duygusu, kentin çeperlerinde kendini hissettiriyor.

Fransızların yerini, eski sömürgelerden gelen göçmenler almış. Paris banliyölerinde gettolaşmanın etkileri, sokaklarda ve metro hatlarında karşınıza çıkan insan manzaraları çok kültürlü bir mozaiği andırsa da, alt metninde her an patlamaya hazır bir gerilim taşıyor. Ağır kokular, öfkeli bakışlar ve huzursuzluk hâli, toplumsal çözülmenin sinyallerini veriyor...

Lyon ve Paris, Fransa'nın en önemli iki büyük şehri. Orada yaşayan akrabalarım iki hafta boyunca bana çok güzel rehberlik ettiler. Bu sayede Fransa'nın siyasi, kültürel, sanatsal, ekonomik ve sosyal yapısını inceleme ve yerinde gözlemleme fırsatım oldu. “Nasıl buldun?” diye sordular. Onlara şöyle dedim:

“Burası milletsiz bir devlet.”

“Tespitin çok doğru,” dediler.

Milletsiz devlet, sosyolojik ve siyasal açıdan oldukça derin anlamlar taşıyan bir kavramdır. Vatandaşlarının ortak bir tarih, kültür, kimlik ve aidiyet duygusuyla birbirine bağlı olmadığı; bir arada yaşasa da “biz” duygusunu yitirmiş ya da hiç inşa edememiş toplumsal yapılar için kullanılan bir tanımlamadır.

Fransa, merkeziyetçi ve güçlü bir bürokratik yapıya sahip. Bu bağlamda toplumsal bütünlüğü büyük oranda kurumsal yapı, ekonomik çıkar, eğitim ve hukuk sistemi ile güvenlik mekanizmalarıyla koruyor. Ama bunlar "millet bilinci" kadar güçlü ve kalıcı değil. Bu yüzden Fransa'nın bugün yaşadığı şey bir yapısal gerilimdir: Sistem hâlâ ayakta, ama zemin sürekli sarsılıyor.

Eğer ciddi bir ekonomik kriz, savaş ya da göçmen isyanı gibi büyük bir sarsıntı yaşanırsa, bu yapı anında devrilebilir.Çünkü bir devlette ortak kimlik bilinci, toplumsal bütünlük, tarihsel ve kültürel aidiyet duygusu yoksa, o devlet dışarıdan güçlü görünse bile içeriden zayıftır. “Milletsiz devlet” kavramı, ulus olamadan devletleşmiş veya zamanla millet bilincini kaybetmiş ülkelerin ortak sorunudur. Fransa’da yaşanan şey, bu tanıma çok yakındır.

Millet bilincinin eridiği, vatandaşların devletle duygusal ve kültürel bağlarının koptuğu bir ülkede demokrasi sadece sandıkta kalır. Ortak bir kültür, dil, hafıza ve kader duygusu olmadan; anayasa, yasa ve kurumlar ne kadar güçlü olursa olsun toplumun bütünlüğünü korumak mümkün değildir.

Fransa gibi göçmen yoğunluklu, kültürel aidiyeti zayıf toplumsal yapılar kısa vadede “renkli çeşitlilik” gibi görünse de, uzun vadede devletin direncini düşürür. Bu yapının gerçek sınavı huzur ve refah dönemlerinde değil, kriz ve yıkım anlarında verilir. Bir devletin asıl gücü, halkının o devlete olan aidiyetinde ve gerektiğinde onu savunma iradesindedir. Fransa, bu aidiyetin aşındığı tehlikeli bir kavşağa girmiş durumda.

İşte bu noktada aklım Türkiye'ye gidiyor. Fransa'nın bugün karşı karşıya olduğu çözülme, Türkiye için ciddi dersler barındırıyor. Çünkü toplumsal bütünlük; ortak değerlerle, aidiyet duygusuyla, kültürel devamlılıkla ve güçlü bir millet bilinciyle inşa edilir.

Türkiye, genç nüfusu, dinamik toplumu ve güçlü tarihsel hafızasıyla millet bilincini koruyabilen nadir ülkelerden biridir. Göç politikaları bu noktada hayati öneme sahiptir. Türkiye'nin sığınmacı ve göçmen politikaları stratejik bir vizyonla ele alınmalıdır. Aksi takdirde Fransa’daki gibi gettolaşma, kültürel çatışma ve aidiyetsizlik gibi yapılar Türkiye’de de kaçınılmaz hâle gelir; Paris’in sokaklarında yaşanan kimlik çatışmaları, yarının İstanbul’unda da yaşanabilir.

Fransa, geçmişin sömürge mirası üzerinde inşa ettiği refahın, bugünkü toplumsal çözülmeye nasıl zemin hazırladığını yaşayarak görüyor. Türkiye ise hâlâ kendi hikâyesini yönlendirme gücüne sahip. Ancak bu gücün farkına varmak ve onu doğru yönde

kullanmak zorundayız.

Velhasıl kelam; Avrupa ve Fransa özelinde yapılan kıyaslamayla Türkiye'nin kalkınmasının önünde aslında hiçbir engel yok. Kırsal kalkınmayı merkeze alan, üretimi önemseyen, kendi kaynaklarına dayanan bir üretim modeliyle Türkiye kendi refahını çok rahat inşa edebilir — eğer doğru planlama, liyakatli yönetim ve üretim odaklı bir kalkınma anlayışıyla hareket edilirse.

Bunun için kimseden izin almaya, kimseye hesap vermeye, başkalarının izinden gitmeye gerek yok. Tek ihtiyacımız olan: çalışmak, üretmek, planlamak, kendimize inanmak ve kendi değerlerimizi koruyarak daha iyisini yapabilecek cesareti göstermektir.